EHLİVUKUFLUKTAN BİLİRKİŞİLİĞE DOĞRU BİR BİLİRKİŞİNİN 55 YILLIK ANILARI

Yargıtay 11. Hukuk Dairesi   06.11.2006  tarih   2005 / 1052  Esas 2006/11260  Karar  sayılı  ilamında,  Bilirkişi  ve Bilirkişilik Müessesesini aşağıdaki şekilde tanımlamaktadır.

HUMK’ un  275.  ve  müteakip   maddelerinde  “ Bilirkişilik   Müessesesi ” düzenlenmiş olup, anılan 275. Madde, mahkemenin çözümü özel ve teknik bir bilgiyi gerektiren hallerde, bilirkişinin oy ve görüşünün  alınmasına karar vereceğini düzenledikten sonra, 286. maddede, bilirkişinin rey ve mütaleasının hakimi takyit etmeyeceği düzenlenmiştir. Ancak, işin çözümünün de teknik  bilgi ve birikimin gerekliliğine  inanılarak  bilirkişi  incelemesi  yaptırıldığı gözönüne   alındığında, verilen rapor yetersiz, noksan ve müphem ise, mahkeme, HUMK’un 283. Maddesi gereğince de, yeni bir bilirkişi heyeti oluşturarak yeni bir rapor alınabilir… tarzındadır. 

Yargıtay ‘ın bu açıklaması,  bilirkişi  gereksinimini ve bilirkişinin vereceği raporun önemini ortaya koymaktadır. Bundan da seçilen bilirkişinin verdiği raporda, olayı tam bir şekilde açıklayacak tarzda herhangi muğlak bir ifade ve kanaatin bulunmaması ve hakim için de vereceği karara dayanak teşkil edecek şekilde olması gerekir. Böylesine yeterli rapor, daha sonra, yeni bir ek rapora veya yeni bir bilirkişinin incelemesine gerek göstermez. Bir dosyaya sunulan bilirkişi raporu sayısı ne kadar artarsa, o dosya hakkında karar vermek hakim için o kadar zorlaşır. Raporlar arasındaki farklı görüş ve mütelealar, çok kere yeni raporların alınmasına yol açar. Dolayısıyla bilirkişinin seçimi oldukça önem taşır.

Bilirkişinin kendi konusundaki teknik bilgisinin fazla olması, çok kere o dosyadaki sorunu çözmek için yeterli değildir. O teknik bilginin bir hukuk kalıbında ifadesi önemlidir. Bu sağlandığı zaman sorun daha kolay çözülmüş olur. Bilirkişilik Müessesesi üç ayaklı bir masa gibidir. Bir ayağı hakim,bir ayağı taraf vekilleri ve bir ayağı da bilirkişinin kendisidir. Eğer bu üç ayak yere iyi basarsa, o dava da en adilane şekilde çözülmüş olur.

Bu arada bu hususla ilgili bir anımı aktarmam yerinde olacaktır. Bir gün, Bir adliyenin veznesinde bilirkişi ücretimi almak üzere oturup beklediğim sırada, orta yaşın üzerinde bir avukat da vezneye gelerek bilirkişi harcını yatırmak isterken, beni gördü ve selam verdikten sonra da, hemen “Hocam sizi tebrik ederim. Benim dosyama çok güzel ve haklı bir rapor vermişsiniz. İtiraz edecek halim yok. Kata şunu da belirtmek isterim ki rapor da benim lehimde değil aleyhimdedir.”

Taraf vekilleri bunu rahatlıkla söyleyebiliyorsa, o bilirkişi görevini tam olarak yapmıştır. Aynı kanaati mahkeme hakiminin de söylemesi ve belirtmesi gerekir. Hocam rapor çok iyi idi, her husus iyice incelenip değerlendirilmiş demesi gerekir. İşte o zaman üç ayaklı masa devrilmeden ve üç ayağı da yere tam olarak basmış vaziyette durur.

Yapılan her işte daima bir eksiklik ve hatanın olabileceğini de hesaba  katmak gerekir. Gaye, yapılan hatanın en aza indirilmiş olmasıdır. Nitekim bu da tolerans mefhumunu ortaya koymuştur. Gözden kaçan hususlar olabilir. Eksikler yeniden değerlendirilebilir. Raporlara yapılan itirazlar belge ve gerekçelere dayanılarak yapılırsa, gözden kaçan hususlar yeniden değerlendirilerek sonuca daha kolay ulaşılmış olur.

Bilirkişiliğe, 1952 yılında İstanbul ‘da (tek adliye binası olan) Büyük Postane ‘nin yanındaki adliye binasında başladım. Bu sırada zannedersem üç ticaret mahkemesi de şu an Eminönü ‘nde vapur iskelelerinin bulunduğu yerdeki yıkılan binada idi.

İlk bilirkişilik görevim çoğunlukla trafik kazaları idi. Kazaların çoğu da  o zaman İstanbul ‘un en geniş caddesi olan Unkapanı Caddesi ‘nde meydana gelirdi. Aradan 55 yılı aşan bir süre geçmesine rağmen, trafik anlayışında fazla bir değişiklik olmadı. Buna ait takriben 40 yıl önceki bir anımı anlattığım zaman, memleketimizdeki trafik zihniyeti kolayca anlaşılır. Eski  E 5 yolunda gecenin ilerleyen bir saatinde yolun ortasında 10-15 tonluk bir kamyon ile askeri bir tank çarpmışlar. Biz de bilirkişi olarak tankın hasarını tespit edeceğiz. Dosyada savcının “Niye yolun solundan ve ortasından seyrediyorsun? Yolun sağından seyretseydin bu kaza olmazdı. ”Sorusuna, kamyon şoförünün verdiği cevap hala gözlerimin önünde ve kulaklarımdadır.

 “Efendim, yolda seyreden en büyük vasıta benim. Benden büyüğü yok  ki, beni gören bütün küçük araçlar hemen kaçar. Ne bileyim yoluma tank çıkacak.” 

Bunu ve bu zihniyeti kuvvetlendiren bir diğer anım da şu: Bir profesör arkadaşın kamlumbağa Volkswagen marka aracı ile Mecidiyeköy ‘de seyrederken, girilmez bir yolda ve ters taraftan karşımıza bir kamyon çıktı. Eğer durmasaydık kamyon ile çarpışacaktık. Biz durunca kamyon soförü kamyondan inerek ileri geri konuşmaya başladı. Fakat kamyon şoförü ufak tefek bir kişiydi. Sonunda Volkswagen ‘i kullanan arkadaşla birlikte biz de araçtan indik. Fakat profesör arkadaş, kamyon şoförünün ufaklığına mukabil iri yarı en az 1.80-1.90 boylarında idi. Kamyon şoförü, profesör arkadaşı yan gözle bir süzdükten sonra, gayet tatlı bir dille “Abi böyle şeyler olur. Kusura bakma” diyerek af diledi ve yoluna devam etti.

Bu iki yaşanmış olay gösteriyor ki, Türkiye ‘de trafikte haklı olmak için ya senin aracın, diğer araçlardan büyük olacak, ya da sürücü diğer aracı kullanan sürücüden daha iri ve cüsseli olacak. Bu iki olayın arasından seneler geçmesine rağmen, memleketimizde ve özellikle de şehirlerarası  yollarda halen aynı zihniyet hakim durumdadır.

Trafik kazalarında bir de ve özellikle freni patlayan ağır vasıtalar vardır. Bu vasıtalarda ekseriya yokuş aşağı inerken ve ağır yüklü olduğu sırada Frenleri patlar ve felaket başlar. Bu vasıtalar, eski kamyon ve otobüsler olup, en genci on beş yaşındadır. Bakımsızdır. Kontrolsüzdür, istiap haddinin üzerinde yüklenmiştir ve süratle seyrederken ve yokuş aşağı inerken frenleri patlar. Örneğin:

Beşiktaş ‘ta Barbaros Yokuşu ‘ndan aşağı inerkenki gibi. Bu patlama Bu koşullar altında doğaldır. Bakımsız ve eski bir araçta aşırı yükte, frenler yetersizdir. Sorumlu şoför mü? Araç sahibi mi? Her ikisi de aynı nispetlerde sorumlu ve kusurludur. Diğer taraftan bu araçların sefere çıkışları da ilgililerce yeterince kontrol edilmemiştir. Dolasıyla da fren patlaması teknik bir arıza değildir. Normal, bakımlı, kontrollü ve normal yüklü bir aracın freni patlamaz. Bilirkişilerin özellikle bu hususları iyice inceleyerek değerlendirmeleri gerekir.

Trafikte bir diğer önemli hata da alkollü araç kullanmaktır. Yargıtayın Yerleşik içtihadına göre: “Bir Nörolog + Bir Trafik Uzmanı + Bir de Sigorta Uzmanı ‘ından oluşan bilirkişi heyetine ihtiyaç vardır ve kazanın da münhasıran alınan alkolün etkisiyle meydana geldiğinin tespiti gerekmektedir. 

Karayolları Trafik Yönetmenliğinin “Uyuşturucu ve keyif verici maddeler ile içkilerin etkisinde araç sürme yasağı” başlıklı 97. Maddesinde alkollü içki almış olması nedeni ile güvenli sürme yeteneğini kaybetmiş kişilerin karayollarında araç sürmelerinin yasak olduğu açıklandıktan sonra, konu ile ilgili olarak “B-2” bendinde: “Alkollü içki almış olarak kandaki alkol miktarına göre araç sürme yasağı” kenar başlığı altında; alkollü içki almış olarak araç kullandığı tespit edilen diğer araç sürücülerinin kandaki alkol miktarı 0,50 promilin üstünde olanların araç kullanamayacakları açıklanmıştır.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2004 tarihli 2004/11-217 Esas ve 2004/212 Karar sayılı “Alkollü Araç Kullanma” ile ilgili kararı aşağıdaki gibidir.

     “… Bununla birlikte, kasko sigorta poliçesi genel şartlarının A.5.5. maddesinin dayanağını teşkil eden Karayolları Trafik Kanunu ‘nun 48.Maddesinin yasaklanmayı düzenleyen ilk fıkrasında, alkollü içki almış Olması nedeni ile güvenli araç sürme yeteneklerini kaybetmiş kişilerin Karayollarında araç sürmeleri yasaklanmış olup, aynı maddenin ikinci fıkrasında yönetmelik düzenlenmesine olanak tanıyan hükümde, ya-
saklama yetkisi yönetmenliğe bırakılmış olmadığından, Karayolları Trafik Yönetmeliği ‘nin 97. maddesinde, yukarıda alınan yasa, hükmün tekrarlandıktan ve müteakip, uyuşturucu ve keyif verici maddeler ile alkollü içkilerin oranlarının ne şekilde saptanacağı belirlendikten sonra, yasada yer alan hüküm dikkate almadan salt (mücerret) 0,50 promil üstünde alınan alkol miktarına göre, araç kullanma yasağı getirilmesinin yasal dayanağı bulunmadığından geçersiz bulunmaktadır. Geçersiz yönetmelik hükümlerinin, yasaya aykırı bir şekilde genel şart olarak kabulü mümkün
değildir.” Şeklinde olup, kazanın meydana geliş şekli itibarı ile sürücünün salt (münhasıran) alkolün etkisi altında kaza yapmış olması gerekmektedir.

Araçları sigorta eden sigorta şirketleri sürücüsünün alkollü durumunu Hiç affetmemektedir. Burada olayın meydana geldiği saat ile alkol ölçümünün yapıldığı saat arasında geçen süre oldukça önemlidir. İnsan vücüdu, bünyesine göre saatte en az 0,15 ve en fazla 0,25 promil alkolü temizlemektedir. Ortalama bir değer alınırsa bunun da saatte 0,17 promil olarak alınması gerekir. Alkolün en önemli etkisi merkezi sinir sisteminin depresyonudur. Alkolün belirli uyarıcı etkisi, yüksek merkezlerin depresyonu 
sonucu ortaya çıkar. Böylece de korteksin alt merkezleri üzerindeki kontrol etkisi ortadan kalkar.


Alkolle ilgili olarak da yurtdışında İsveç ‘te takriben 35 yıl önce yaşadığım bir anımı anlatırsam, bizlerle İsveçliler arasındaki farkı ve ciddiyeti daha iyi anlarız. Stokholm ‘da bir bilimsel toplantıda Türkiye delegesi olarak bulunuyordum. İlk gece büyük bir işletmenin genel müdürü beni ve eşimi akşam yemeğine davet etti ve bizi otelden özel arabası ile kendisi ve eşi birlikte aldı. Meşhur bir lokantaya akşam yemeğine gittik. Yemekte dört kişi şarap içtik. Yemekten sonra kalkarken, genel müdür garsonu çağırarak taksi istetti. Kendisine “sizin araç burada taksiye gerek yok” dememize rağmen, 

“Ben bir bardak şarap içtim (0,50 promilden biraz düşük) araç kullanmak yasak. Sizi otelinize bıraktıktan sonra, ben de taksi ile eve giderim. Yarın da şoförüme aracımı aldırırım” Cevabını aldık.

Trafik kazalarında kusurun tespitinde bilirkişinin hiçbir ayrıntıyı ihmal etmemesi gerekir. Burada yine yaşadığım bir olayı anlatmak isterim. Bir gece yolda iki araç karşılıklı olarak çarpışır. Hasar büyüktür. Çarpışan araçların birinden yola beş kişi düşmüştür ve ölü durumdadır. Daha sonra da üçüncü bir araç, hızla kaza yerine gelir ve kazaya karışır. Buradaki önemli mesele,araçtaki beş kişinin araçların çarpması sırasında çarpışmanın şiddeti ile mi öldüğü yoksa yola düştükten sonra kaza yerine gelen üçüncü aracın çarpmalarına maruz kalarak mı öldükleridir. Kazaya sonradan karışan üçüncü aracın sürücüsünün avukatı, dosya içeriğini ve kaza yerine ait çekilen fotoğraflarını bana getirdi. Fotoğrafları incelerken, yerdeki beş ölüden başka ayrıca bir başka nesnenin de bulunduğunu gördüm. Bunun ne olduğunu sorduğumda, içinde beş kişi bulunan ve kazaya ilk karışan araçlardan birinin motorunun kaza sırasında yerinden çıkarak yola düştüğü ve bunun da motor bloku olduğunu söylediler. Bunun üzerine o motoru araca
civataların bulunduğu yerden kesilerek kopması için ne kadar yüke ihtiyaç olduğunu hesapladık. Bu yükün yani kuvvetin çarpma sırasında sağlanması için de kaç km. süratle seyrettiğini hesapladığımızda, ortaya çıkan yüksek değer nedeniyle iki aracın çarpışması sırasında araçta bulunanların öldüğü ve yola düştüklerinde ölü durumda oldukları gerçeği ortaya çıkmış oldu. 

Yollarımız ve yollardaki bariyerlerin durumu da kazaların oluşunda çok kere etkin bir rol oynamaktadır. Yakın zamanda Kennedy Caddesi ’nde ki bariyerlerin durumu ve burada bariyerler nedeni ile iki genç avukatın ölümü, bu hususta tipik bir örnektir.

Trafikte kusur durumunun ve oranının tespitinde, kazaya sebebiyet veren ana öğeyi tayin etmek büyük rol oynar. O öğe olmasaydı kaza da olmayacaktı. Kusur durumunun taraflara taksiminde, bunun miras taksimi olmadığını unutmamak gerekir. Kazadan sonra tutulan trafik tutanaklarında kazanın esas nedeni ve olay yerinin açık bir şekilde belirlenmesi önem arz eder.

Şimdi de biraz ayıplı ve gizli ayıplı emtianın durumu ile ilgili bazı anılardan bahsedelim.

Bir ticaret mahkemesi ile yapılan bir keşifte, satın alınan makinenin ayıplı olup olmadığını tespit edecekti. Keşifte ve yaptığımız incelemede, satılan makinenin ayıplı olduğunu tespit ettik. Bu olaydan birkaç gün sonra Y. Makine mühendisi eski bir öğrencim üniversitede beni ziyarete geldi. Konuşma sırasında, bu öğrencimin yukarıda bahsettiğim ayıplı makineyi kendisinin imal ederek sattığını öğrendim. Kendisi bana uzun uzun makinenin imalatı ile ilgili gelişmeleri ve davacı tarafın ve hatalı taleplerinin
buna neden olduğunu anlattı. Bunu üzerine ben de, dosya, halen yanımda olup, raporumu yazmadığımı ve henüz mahkemeye vermediğimi belirttim. Dava dosyasında da bana anlattığı hususların bulunmadığını ve bu hususlara ait taraflar arasında da imzalanan bir belge ve protokolün olmadığını söyledim. Dolayısıyla da bilirkişi olarak dosya içeriğiyle bağlı olduğumu belirterek bu arada merhum Burhan Felek ‘in bir konferansında yaptığı hukukun tarihini anlattım ve raporumun da aleyhine olduğumu söyledim. Daha sonra da öğrencim benden ayrıldı.

 Merhum Burhan Felek, hukuk mezunudur ve kırklı yıllarda Hindistan ‘a yaptığı seyahata ait anılarını eski Eminönü Halkevi ‘nde bir konferansta anlatıyordu. Salon tıklım tıklım dolu idi. Konferansın sonunda bir hanım efendi şu an hatırlayamadığım bir soruyu Burhan Felek ‘e sordu. Fakat Burhan Felek ‘in verdiği cevabı aradan uzun zaman geçmesine rağmen unutmadım. Burhan Felek, hanımefendi bir erkekle bir kadın arasındaki münasebet hangi ahval ve şartlarda olursa olsun, bu münasebetin şekli değişmez. Sonuçta dünyaya bir çocuk gelir. Fakat bu çocuğun cemiyet içerisindeki durumu, eğer her iki taraf daha önce karşılıklı olarak birer imza atmışsa, cemiyet bu çocuğa öz çocuk olarak bakar. Eğer imza atmamışlarsa o zaman cemiyet bu çocuğa piç olarak bakar. “İşte hukuk bu imzadır” dedi.

Fakat bu olaydan takriben bir yıl sonra aynı ticaret mahkemesinde yine bir makinenin ayıplı olup olmadığının tespiti için Kartal ’daki bir fabrikaya Mahkeme heyeti ile keşfe gittik. Fabrikaya geldikten sonra ayıplı makinenin bulunduğu atölyeye girerken, kapının önünde yine bir öğrencimi gördüm ve bana yaklaşarak “Hocam haberin olsun maalesef bu makine de piçtir” cümlesini kulağıma fısıldadı.

Hukukta ayıbın gizli veya açık olması büyük önem taşır. Fakat ayıbın alıcı tarafından gizli ayıp mı, yoksa açık ayıp mı olduğu hususunun tespiti önemlidir. Bu hususta da yine yaşanan bir anımı belirtmek yerinde  olacaktır.

Bir avukat bir apartmanda ikinci katta bir daire satın alır. Binaya ve Dairesine taşındıktan sonra, gece yatak odasına, bodrum katındaki kalorifer dairesinde bulunan devri daim motorunun sürekli olarak seslerinin geldiğini tespit eder ve rahat uyuyamaz. Yaptığı araştırma sonucu da kalorifer kazanının bodrumdaki kısmının sese karşı izole edilmediği anlaşılır. Bunun üzerine daireyi satan müteahhide müracaat ederek  izolasyonun yapılmasını talep eder. Müteahhit de daireyi görerek satın aldın. Benim
bir eksiğim yok, der. Olay mahkemeye akseder ve bilirkişiden de bu ayıbın gizli mi yoksa açık ayıp mı olduğunun tespiti istenir.

Burada daireyi alan bir hukukçudur ve teknik adam değildir. Hukukçu ikinci kattaki daireyi alırken de bodrumdaki kalorifer-tesisatını incelemesi söz konusu olmamıştır.Bodrumu incelese bile bir hukukçu kalorifer tesisatındaki ses izolasyonunu da anlayamaz. Yani bu durumda kalorifer kazanının durumu alıcı avukat için tamamen gizli bir ayıptır. Avukat daireyi aldıktan ve kaloriferlerin çalışmaya başlamasından sonra ancak gece kalorifer kazanının bodrumdaki kısmının sese karşı yeterince izole edil-
mediğini anlayabilmiştir.

Çok kere gecikme cezalarında ceza süresi problem olmaktadır. Mesela bir işin sözleşmedeki süresi 90 gün ise ve bu süre içerisinde iş bitirilerek teslim edilmemiş ise, buna gecikme cezası süresi olarak 90 günden fazla süre istemek yerinde değildir ve tartışma yaratır. Sözleşmede bu nesne 90 günde yapılmakta ise, zamanında yetişmediği takdirde belirli bir süre sonra sözleşmeyi feshederek işi başkasına verdiğinizde, yine bu iş 90 günde yapılacağından, gecikme cezasını en fazla 90 almak yerinde olur.

Haksız rekabet ve patent hakkına tecavüz ile ilgili bir iki anıdan bahsetmem yerinde olur.

Bir ayakkabı imal makinesinin taklidi ve haksız rekabeti ile ilgili olarak bir ticaret mahkemesi ile keşfe gittik. Keşif yerinde bize, bir ayakkabı kenar dikme makinesi gösterildi ve davacının da bu makineyi kendisinin imal ettiğini, kendisinin yanında çalışırken, kendisinden ayrılan bir elemanın yeni bir iş yeri açarak aynı makineyi orada imal etmek sureti ile haksız rekabet oluşturduğunu belirtti. Daha sonra da yine mahkeme heyeti ile birlikte kendisinden ayrılarak yeni işyeri açan davalının iş yerine
gittik. Bu sefer davalı kendi imal ettiği makineyi gösterdi ve bu makinenin de davacının makinesi ile aynı olduğunu özellikle belirtti. Daha sonra da bir köşede duran  diğer bir makineyi incelememizi istedi. Bu üçüncü makine diğer iki makinenin tamamen aynı idi. Fakat üçüncü makine eski model bir İtalyan imalatı makine idi ve tamamen de iki tarafın imal ettiği makinelerin de aynı idi. Bunun üzerine davcı İtalyanların bu makineyi kendisinden kopya ettiğini ileri sürdü. Buna verilen cevap da gayet kısa oldu. Bu İtalyan makinesinin modeli bir hayli eski idi ve o tarihlerde de Türkiye ‘de bu makinenin diktiği ayakkabılar imal edilmiyordu. Türkiye de bilinmeyen bir ayakkabı için mi yeni bir makine yapmıştı. Bu cevap üzerine davacı da, aynı İtalyan makinesini kopya ettiğini kabul etti.

Haksız rekabet ve patent hakkına tecavüz memleketimizde henüz yeni yeni önem kazanmaktadır. Türk Patent Enstitüsü, patent taleplerinde çok kere yeterince inceleme yapmadan patent hakkını vermekte ve sorunun çözülmesini mahkemelere bırakmaktır. Dolayısıyla da bazen de haksız rekabet, haklı rekabetin gelişmesine mani olmaktadır.

Alınan patentlerle ilgili olarak mahkemelerde yaptığım bazı incelemelerde alınan patentin konusu olan hususun daha önce bilindiği ve Avrupa ‘da bunların çok daha önce imal edildiğidir. Memleketimize onun biraz daha geç girmesi ve ilk getirenin de uyanıklığı ile Türkiye  ‘de bunun beratı alınmakta ve haklı rekabetin önü kesilmektedir. Bu hususta bilirkişilerin çok derinlemesine inceleme yapması kaçınılmaz hale gelmektedir.

Yine ticaret mahkemelerinin birinde ve bir patentin iptalinde bilirkişi olarak görevlendirilmiş idim. Mahkeme başkanı ile keşfe gittik. Numuneler ve dosyayı alarak eve geldiğimde, kafamda bu konu bana yabancı değil,bununla ilgili olarak bir yerde rapor verdiğim sorusu dolaşıp duruyordu.

Dava dosyası ile birlikte ekleri olan dosyaları da incelediğimde, bu dava ile birleştirilen bir başka ticaret mahkemesi dosyasında raporum ortaya çıktı. Bu rapor, patentin alınması üzerine verilmiş rapor idi. Eski patent kanununa göre bakanlık, patentleri vermeden önce kendisine yapılan müracaatları incelemek için ilgili üniversitelerden bu konu da mütalea sorardı. Tarafımdan verilen rapor da benden sorulan mütelea ile ilgili olarak verilmiş rapor olup, patent de bu raporum üzerine verilmişti. Şimdi de bu patentin iptali davasında bilirkişi olarak bulunuyordum. Bunun üzerine hemen bilirkişilik görevinden affımı talep ettim.


Yine bizde sık sık rastlanan bir durum da şu: Bir iş yerinde çalışan Bir usta, o işyerinde yapılan bir makinede ustalaşınca, işten ayrılır ve Kendine işyerini açar ve daha önce çalıştığı işterinde yeni yapılan o Makinenin patentini almak için müracaat eder ve patenti alır. Daha Sonra da eski işyerindeki makinenin imaline tedbir koydurur. Zira eski
İşyerinde bu makinenin henüz patenti alınmamıştır. Daha sonra da Sorunun çözümü mahkemeye düşer.

Bir örnek de vergi mahkemelerinde yaşadığım bir olaya ait olmak  üzere vermek isterim. 

Vergi mahkemelerine dava, ithal edilen makinelere uygulanan gümrük tarife numaraları nedeni ile açılmaktadır. Mal gümrükte iken tespit edilen gümrük tarife numaları üzerinden ödenir.ve mal gümrükten çekilir. Daha sonra (bazen birkaç sene sonra) gümrük idaresi yapılan inceleme sonucu, tespit edilen tarife numarasının gerçeği
yansıtmadığını ve daha faklı bir tarife pozisyonun uygulanmasının gerektiğini ve bunun sonucu olarak da tahakkuk eden gümrük vergi farkını malı ithal edenden ödemesini talep eder. İthalatçı da bunu ödemek istemediği için, gümrük idaresi aleyinde vergi mahkemesinde dava  açar. Genellikle bu davaların %58-90 ‘ını gümrük idaresi kaybetmektedir.

Bir gün bilirkişi olarak davet edildiğim bir vergi mahkemesinde, bir firma Japonya ‘da beş adet Loder İthal etmiş, fakat Loderleri monte halinde değil demonte vaziyette parça olarak ithal ettiğinden ve ithalatçı da gümrüğünü monte edilmiş haldeki beş Loder olarak ödediğinden, gümrük idaresi bu defa ithal edilen parçalrın yedek parça olduğunu ileri
sürerek, bu tarife pozisyonuna göre vergi farkını talep etmektedir. İthalatçıda bunun üzerine mahkemeye başvurmuştur.

Ara kararına göre inceleme keşif şeklinde ithal edilen Loder üzerinde yapılacak. Mahkemede dava dosyasını incelediğimde, gelen parçaların bazılarının beş Loderden fazla, bazı parçaların da beş Loderden az olduğunu gördüm. İnceleme ve keşfe, davacı vekili ile birlikte bir teknik eleman olarak bir makine mühendisi de gelmişti. Keşfe gitmeden önce mühendise hemen dosyada bulunan faturadaki parçaların beş Lodere
taksimini istedim ve ne kadar eksik ne kadar fazla kaldığını sordum. İncelemeyi yapan mühendisten bir müddet sonra “Hocam! Bazı parçalar beş Loderden fazla gelmektedir” cevabını aldım. Bu cevap ithal edilen parçaların yedek parça olarak ithal edildiğini kolayça açıklıyordu. İşte bu dava ithalatı yapan mükellefin kaybettiği davalardan biridir.